Bitlis’ten bir kare.. kadınlarla sohbet edebilmek için onların bulunduğu alanlara gidiyorduk. Bazen evlerin girişine bazen ceviz ağacının dibine bazen kuruttukları buğdayların yanına, bazen yas evlerine.. Köye gittiğimizde kadınları bulmuştuk herkes selamlaşıyordu, nereden ne için geldiğimizi anlatıyorduk. Herkes bir köşe bulmuştu kendine. Ben de buğdayların dibine çöktüm daha önceden görmemiştim, bunlar ne acaba dedim içimden.. Sonra bi teyze önüme gelip ayıklamaya başladı buğdayı, bende onu görüp ayıklamaya başladım. Aynı işi yaparken bağ kurmaya başladık böylece.. Nasılsın, sağlığın nasıl derken.. anlatmaya başladı içindekileri.. Belki kendine bile anlatamadıklarını. Birçok şeyden konuştuk. Sonra iyi ki geldiniz dedi, içim açıldı dedi. Buğdayların yanından kalktıktan sonra düşündüm. Asıl ayıkladığımız buğdaya karışmış taşlar değildi, ona fazla gelen, hüzünlendiren, vücudunda ağrı yaratan taşları ayıklamıştık bir nebze de olsa.
Lacan ın bir sözü var “Çocuk dilin içine doğar.” der. Dil simgesel anlam taşır. Hangi dili öğrenirsek o dilin şefkatini, şiddetini, anlamını, aidiyetini içimize alır ve yansıtırız. Evrimsel açıdan insanların doğal yolla oluşan bir silahı yoktur. Hayvanların ya da bitkinlerin vardır, birinin pençeleri, birinin dikenleri.. Bizim de dilimiz var. Ne şekilde kullanırsak onu yaşıyoruz. Dile gelmeyenler bize silah olur, bedenimize ruhumuza.. Dile gelmeliyiz. Ama şefkatle ama empatiyle.. Ancak böyle ayıklayabiliriz buğdayın taşlarını.
.
.
.
Uzm. Psikolog Burcu Baş
Comments